27 Kasım 2024
Ramazan Kara

Aşağıdaki yazıyı; o zaman lisede -şu anda, ülkemizin “çok iyi” denilen üniversitelerinden birinde- okuyan –hem manevi kızım, hem de torunum saydığım- Sevgili Eylül’ün, gönlünden geçenleri yazıp benimle paylaşmasından etkilenerek yazmıştım.
Dört yılda, değişen fazla bir şey olmayınca tekrar yayınlama gereği duydum.
Bu yazıma, lise ikinci sınıfa geçen bir kızımızın; Kurtuluş Savaşının başkomutanı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk için yazdığı, birkaç cümleyle başlamak istedim.
“Güneş, kendi yüzüne küsmüşken, bulutlar kan ağlayacak yeryüzü parçası ararken, sen beliriverdin gökyüzünde. Umuda tutunabilmek için bir gökyüzünün varlığına inandırdın bizi.
Hepimiz aynı yerden, aynı yere bakıyorduk aslında. Ancak –büyük bir çoğunluk- vatanı, vatan olduğu için değil üzerinde yaşayıp nefes alınacak kara parçası olduğu düşüncesiyle seviyordu. Sen onlara vatanı, vatan olduğu için sevmeyi öğrettin. Bir annenin, kundaktaki bebeğini sarar gibi öğrettin. Öylesine sahiplendin.
Atam, kime sorsalar “O, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu. Sevilmez mi?” diyor. Yanılıyorlar Atam. Bizler seni, sen olduğun için seviyoruz. Bakışını seviyoruz, gülüşünü özlüyoruz. Vatanının ve milletinin refah seviyesini yükseltmek amacıyla kalem tutan ellerine hasret yaşıyoruz ama başımızı göğe kaldırdığımız her an seni görüyoruz. Senin gölgen, bile anne şefkatiyle kucaklıyor bizi. İstiklal Marşımızın her kıtasındasın. Al sancak, gökte huzurla dalgalanırken sen de oradasın. Zaten gökyüzünde hep sen varsın. Sana hasret kalan gökyüzü değil bizleriz yani.
Size bir şey itiraf edeyim mi? Var olduğunun düşüncesi bile umut kapılarımı açmaya yetiyor.
Öylesine benimsemişim ki seni. Öylesine sahiplenmişim ki, benimle birlikte nefes almaya devam ediyorsun” (Eylül)
Sevgili Eylül’ün, bilinç düzeyini ve Atatürk sevgisini görünce; gençliğe daha çok güven duymaya, geleceğe daha umutlu bakmaya başladım.
İnşallah, birkaç gün sonra seçilecek olan cumhurbaşkanı ve milletvekilleri de gençlerdeki bu ışığın, yurt sathına yayılması için; en erken zamanda, değiştirilmesi yıllarca düşünülmeyecek kadar köklü bir eğitim sistemi ortaya koyarlar.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin; Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, ayrı bir önemi vardır.
O nedenle, ülke savaş halindeyken bile; en önemli kararlar, yoğun tartışmalardan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından alınmıştır.
Bu kararlardan biri de, Mustafa Kemal’e verilen, başkomutanlık görevidir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, yapılan her anayasalarımızda, yer alan “Cumhurbaşkanının başkomutanlığı” ile ilgili maddenin temelinde yatan asıl neden de “Mustafa Kemal’in o görevi en iyi şekilde yerine getirmesi ve ilk kez onun oturduğu cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan herkesin onun gibi davranacağı” düşüncesi olsa gerek.
Türkiye Cumhuriyeti anayasasına göre “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetler başkomutanlığını temsil eder” Cumhurbaşkanı, başkomutan değil başkomutanın temsilcisidir yani.
“Öyleyse askeri darbeler döneminde, Türkiye Büyük Millet Meclisi neden kapatıldı?” dediğinizi duyar gibiyim.
Bana göre, o dönemlerde; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kapatılmasının, en önemli nedeni, gerçek başkomutan olan meclisin ve o yetkiyi meclis adına kullanan cumhurbaşkanının korkaklığı olsa gerek.
Genellikle “Kışlaya, camiye, okula siyaset girmesin” deriz.
Ancak, askeri darbelerin; askeri okullar ve kışlada örgütlendiğini göremeyiz.
Darbe girişiminde bulunan, Fetullahçı Terör Örgütü’nün; kışla, askeri okul ve – vatandaşın dinine olan inancını sömürdükleri için, bir bakıma- camiyi siyasete alet ettiğini fark edince de askeri okulları kapatırız.
Birlikte olmaya en çok gereksinim duyduğumuz bu günlerde, 24 Haziran günü yapılacak erken seçim nedeniyle ortam epey gerildi. Siyasi parti liderleri ve cumhurbaşkanı adayları; projeleriyle yarışmak ve birlikte televizyonlara çıkıp tartışmak yerine, hakaretlerin havada uçuştuğu bir süreç yaşamamıza neden oluyor.
Birkaç gün önce; cumhurbaşkanı adaylarından Meral Akşener’in; Gaziantep’te, miting yapacağı alana giden yolların, çöp kamyonlarınca kapatılması şık olmamıştır.
Tıpkı Meral Akşener, miting alanında, o kentin futbol takımının atkısını taktığı için, yetkili birinin “Ben onu, o atkıya kurban ederim” diye konuşması gibi.
Buna, herkesten önce, o kentin kadın belediye başkanının karşı çıkması gerekirdi.
Bu olaydan sonra, öğrendiğim bir bilgiyi, sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in, cenazesi ortadayken; halifelik tartışmaları başlayınca, Hazreti Fatma, sinirlenip ağlayarak başörtüsünü yere atmış.
Bu tavır, “kavga istemiyorum” demekmiş. Bunu, ben yeni öğrendim.
Ancak bu tavır, yıllarca uygulanan bir davranışmış ve aralarında kan davası olanlar bile, bir kadın tülbendini yere atınca, kavgalarına son verirmiş.
Tülbendiyle yola çıkan Meral Akşener’in, bu gelenekten, haberdar olup olmadığını bilmiyorum. Bilseydi, tülbendini çıkarıp yere atar mıydı? Onu da bilmiyorum.
Aynı şekilde –bu gelenek hakkında- geçiş yollarını, çöp kamyonlarıyla kapatanların da bilgisi olmadığını sanıyorum. Bilgileri olsaydı, tülbendiyle yola çıkmış birine öyle davranmazlardı çünkü.
Birkaç hafta önce, cumhurbaşkanımızın “Cumhuriyet Halk Partisi demek, çöplük demektir” diye özetleyebileceğim bir konuşması olmuştu.
Belki de, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi yetkilileri veya başkanı “Bir ittifakın, büyük ortağı çöplükse küçük ortakları da çöp olsa gerek” diye düşünmüş ve o partinin mitingine katılan çöpleri taşımak için katkı sunmak istemiştir