27 Kasım 2024
Ramazan Kara

Susmak; kimi zaman nefes almak, kimi zaman nefessiz kalmak gibidir. Şu anda ben; konuşsam mı, sussam mı bilemediğim için nefes alıp alamadığımı da bilemez durumdayım.
İkizdereli bir kadın “Eskiden, derelerimizden su içiyorduk. Çarşıdan su alıp içer olduk. Hayvanlarımız, nereden su içecek?” diyerek, birkaç cümlede birçok şeyi anlatmış.
Sözünü ettiğim o kadının; yüreğindeki yangının dumanını, yüreğini yakanların üzerine üflercesine isyan eden tavrını gördükten sonra yazmaya -yani susmamaya- karar verdim.
Demokrasi, her istediğini yapmak değil ne yaptığını ve ne yapacağını bilmektir.
O nedenle -demokrasiye inanan ve yasalara saygılı biri olarak- düşünce ve tepkilerini, demokratik yollardan dile getiren herkese saygı duyan biriyim.
Bu yazımda, daha çok; ülkemizde onlarca sorun varken “Çözüm yerine -bahaneler yüklü- laf ve dedikodu üretmek” gibi ilginç fantazileri olanları eleştireceğim.
Japonların “Okuduğun her şeye inanacaksan, hiç okuma daha iyi” diye bir atasözü var.
Bazı paylaşımları görüp okuyunca, o Japon atasözünü anımsayıp “Buna, bunu yazan bile inanmaz” diye düşündüğüm halde, sık sık gündeme geldiği için bir şeyler yazmadan edemedim.
Yıllardır “Atatürk, Osmanlı düşmanıdır.” “Lozan, 100 yıllıktır ve gizli maddeler nedeniyle 100 yıl dolunca hükümsüz olacak” “Madenlerimizi, Lozan’daki kısıtlamalar nedeniyle çıkaramıyoruz” “Montrö Boğazlar Sözleşmesi, ülkemizin çıkarına değildir” “Ada ve adacıklarımızı, Yunanistan’a İsmet İnönü verdi” gibi sözler duyarız.
Osmanlının atası Süleyman Şah’ın yattığı yer, yurt dışında kaldığı halde orayı da vatan toprağı yapan ve geçmişte Osmanlı paşası olarak birçok savaş kazanan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve arkadaşlarına “Osmanlı düşmanıydı” diyenlere acıyorum.
Lozan Antlaşmasının gizli maddeleri olmadığı halde “Lozan’ın gizli maddeleri nedeniyle, madenlerimizi bulup işletemiyoruz” demek 14 Haziran 1935’te kurulan MTA’dan ve madenlerimizin yabancı şirketler tarafından da aranıp işletilmesine 1950’li yıllarda izin verildiğinden haberim yok” demektir.
Yunanistan ile son yıllarda yaşanan Adalar ve Kıyı Sorunu; Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümleri değil Lozan Anlaşmasındaki maddeler uygulanarak çözülür.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre “Boğazlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kontrolündedir ve Savaş gemileri, Karadeniz’de kalamaz”
Bu hüküm -güvenlik yönünden- en çok, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Rusya’nın işine yarıyor.
O nedenle Sovyetler Birliği, Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmadan önce “Boğazların kontrolünü, Türkiye Cumhuriyeti sağlayacaktır” diye özetleyebileceğim en önemli maddesinin kabul edilmesi için bizden yana tavır almıştır.
Kanal İstanbul veya daha farklı bir nedenle; Montrö Boğazlar Sözleşmesini, tartışmaya açar veya açtırırsak Rusya, karşımızda yer alabilir.
Hem o zamanki Sovyetler Birliği dağıldığı, hem de Sovyetler Birliği’nden ayrılan Ukrayna ve Gürcistan’ın ABD ile olan sıcak ilişkileri olduğu için Rusya, yeni bir pozisyon almak durumunda kalacaktır çünkü.
Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden; Ukrayna’nın 1756, Türkiye’nin 1700, Rusya’nın 421, Gürcistan’ın 322 kilometre sınırı olduğunu bilen herkesin bana hak vereceğini sanıyorum.(Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili yukarıdaki metni, Kanal İstanbul tartışmalarının başladığı günlerde yazmıştım)
Yazımı, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı Padişahları ile Atatürk’ü kıyaslayanlara yönelik birkaç cümle yazarak bitirmek istiyorum.
Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen İstanbul, Birinci Dünya Savaşından sonra işgal edildikten sonra Gazi Mustafa Kemal tarafından kurtarılmıştır. İstanbul ile ilgili olarak ikisi, birbirine rakip değil Atatürk, Fatih’in fethettiği toprağı, düşman işgalinden kurtarmıştır yani.
Osmanlı Devleti bir imparatorluk, Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlettir.
Osmanlı İmparatorluğunu Hanedan üyelerinden biri yönetirken, Türkiye Cumhuriyetini, halkın seçtiği biri yönetiyor yani. Bizler, Osmanlı Torunu isek yalnızca Fatih Sultan Mehmet gibi güçlü padişahların değil adından önce “Deli” sözcüğü ile anılan padişahların da torunlarıyız. Padişahların, bir kısmını överken diğerlerinin adını bile anmamak, geçmişi inkar etmektir çünkü.
Uluslararası ve Ulusal tarih kitaplarında, hak ettiği yeri alan Osmanlı padişahlarını, polemik konusu yapmanın kimseye bir yararı yoktur. Söz gelimi; Sultan Abdülhamid Han Tartışmasını alevlendirmenin kime, ne yararı var veya olacak? Osmanlıya mı, devletimize mi, hükumete mi, muhalefete mi? Enflasyonu düşürmeye mi? Refah düzeyimizi arttırmaya mı? “Havanda, su dövmeye” mi?