27 Kasım 2024

AĞABEYİM, YUSUF ALİ KARA

Ramazan Kara

7 Ağustos 2014 Perşembe günü, büyük ağabeyim Yusuf Ali Kara aramızdan ayrıldı.
Ağabeyim ile ilgili haberi aldığımda, Mersin’den hemen yola çıkıp bir an önce Antalya’ya varmak istedim.
Mersin-Antalya yolundan gidenler, yolların ne denli virajlı olduğunu ve o yollarda araba kullanmanın zorluklarını çok iyi bilir. Çok dikkatli olmazsanız, her an ölümle burun buruna gelirsiniz.
O yollarda birçok kez araba kullanmış biri olarak, ağabeyimin ölüm haberinden sonra ilk kez kendime gelemeden araba kullandım. Yolların durumundan çok; ağabeyimi kaybetmiş olmanın acısının yanında, ağabeyimle ilgili anılar ve düşüncelerle boğuştum.
Hastaneden çıktığında “Nasılsın?” diye soran arkadaşına “Sağdan bakınca aç parantez, soldan bakınca kapa parantez gibiyim” yanıtını verecek kadar serinkanlı, hasta yatağındayken “Amcacığım nasılsın?” diyen kızıma, “İyiyim desem inanacak mısın?” diye soracak kadar akılcı yaklaşımlarını anımsadım önce.
Ölümlü dünyadaki yaşamı ciddiye almayacak kadar mantıklı düşünme biçimi, çoğu şeyi barındıracak kadar geniş yüreği ve her çeşit bilgiyi barındıran beyni geldi aklıma. “Benim ağabeyim, yalnızca ağabeyim olarak büyük değil aynı zamanda her yönüyle büyük bir insandı” diye düşündüm.
Ne kadar büyük olduğunu anlatmak için Edebiyat öğretmeni olduğu halde; Matematik, Fizik, Kimya gibi Fen Bilimleri ile ilgili problemleri çoğu branş öğretmeninden daha önce çözebilecek kadar bilge, herhangi bir eğitim almadığı halde neredeyse her türlü elektronik aleti tamir edebildiğini ve Müzik öğretmeni olmadığı ve bu konuda bir eğitim almadığı halde pek çok müzik aletini profesyonelce çaldığını söylesem yeter sanırım.
Ağabeyim, sülalemizde ilk okuyan birkaç kişiden biri olmasının yanında ailemizden ilk okuyan kişiydi. Hem zeka düzeyinin yüksek oluşu, hem de kendini çeşitli bilgilerle donattığı için başta akrabalarımız olmak üzere onu tanıyan hemen hemen herkes, ona hayran kalırdı.
Çocukların idolu, gençlerin feneri, yaşlıların gönüllü danışmanıydı yani.
Biz, cehalete ve haksızlığa karşı savaşmayı, ilk kez ondan öğrendik.
Ağabeyimin ilk öğretmen olduğu yıllarda, ortaokulu bitirdim ve doğal olarak liseye yazılacağım.
Ağabeyim, çalıştığı okulda aynı zamanda yönetici olduğu için olsa gerek kayıt için gerekli olan belgeleri okula gidip listeye bakmadan hazırladı ve kayıt için birlikte okula gittik.
Sıramızı bekleyip kayıt olacağımız sırada; o zaman hiçbir bilgim olmadığı halde şu anda, Müdür yardımcısı veya Aile birliği üyesi olduğunu tahmin ettiğim biri, “Okula istedikleri kadar bağış yapmazsak kaydımızı yapamayacaklarını” söyleyince ağabeyim kendinden çok emin bir şekilde ve net bir anlatımla önce “bağış” sözcüğünün anlamını açıkladı, arkasından da “Madem ki, bağış yapmak zorunlu o zaman kayıt için gerekli belgeler bölümüne onu da yazın” diye karşılık verdi.
Zorunlu bağış almaya kararlı görünen zavallı, nasıl bir kayaya çarptığının bilmediği için olsa gerek “Bağış yapmazsanız kaydınızı yapmam, git istediğin yere şikayet et” gibi ukalalık kokan birkaç şey söyledi.
Ağabeyim, gene kendinden emin bir tavırla, “Ben ne yapacağımı biliyorum” dedikten sonra kayıt için orada bekleyenlere döndü ve “Bugün hiç biriniz kayıt yaptırmayın, yarın kayıt parası vermeden hepinizin kayıt yaptırması için ben gerekeni yapacağım çünkü” gibi bir şeyler söyleyip okuldan ayrıldı.
Arkama dönüp baktığımda, birkaç kişi orada beklediği halde pek çok kişi ağabeyimin sözüne uyarak epey kalabalık olan kuyruğu ter ettiler.
Ne yalan söyleyeyim, ağabeyime sonsuz güven duyduğum ve ne söylerse yapacağına inandığım halde, onun tepkisinden sonra “Ya benim kaydımı hiç yapmazlarsa” dediğimde “Yaparlar, yaparlar, hem de yarın önümüzde saygıyla eğilerek yaparlar” sözünü duyunca o büyük insanın kardeşi olduğum için gurur duyarken ona olan güvenim bir kat daha artmıştı.
Okuldan çıkınca, ağabeyimle PTT’ye gittik. O zaman neredeyse; resmi daireler dışında telefon, yalnızca oradan ediliyordu çünkü.
Epey bekledikten sonra ağabeyim, birileriyle konuştu ve mutlu bir şekilde PTT’den ayrıldı. Ben kiminle konuştuğunu ve karşı tarafın ne söylediğini anlamadım elbette. Ta ki akşam ağabeyim radyodaki haberleri dinlerken, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından, öğrenci velilerine yapılan “Okullarda, kayıt parası adı altında istenen paraları ödememeleri” doğrultusundaki açıklamaya kadar.
Ertesi gün okula kayıt için tekrar gittiğimizde bir gün önce, aklı sıra hava atmaya çalışan yaratığın, ağabeyim karşısında “dut yemiş bülbül” gibi oluşu ve ağabeyimin sözünü dinleyip kayıt sırasını terk edenlerin ağabeyimi kahraman gibi karşılayışları hala gözlerimin önünde.
Aşık olunca sevdiğimize şiirler yazmayı da ilk kez ağabeyimden öğrendik biz.
Sevdiklerimizi aldatmak veya kullanmak yerine onlara değer verip baş tacı yapmayı da.
İyi ve olumlu bir baba olmayı ilk kez babamızdan öğrendiğimiz halde, eğitimli bir baba olmayı da, dede olmayı da ağabeylerimden öğrendim.
Her yönüyle kendime örnek aldığım o büyük insanla, 42 yıl önce bir takım sorunlar yaşadık ve bir kaç yıl konuşmadık. Aile içi bir sorun olduğu ve “Kim haklı, kim haksız diye sorgulamak” yerine “Üzülen sen olduktan sonra, kimin haklı olduğunun ne önemi var?” yaklaşımını seçtiğim için aramızdaki kırgınlığın nedenlerini yazmak istemiyorum.
Ancak her insan gibi ağabeyimin de, benim de hatalarımız ve eksiklerimiz vardı.
“Et tırnaktan ayrılmaz” sözünü pekiştirircesine birkaç yıl sonra ağabeyimle aramızdaki buzlar eridi ama ağabeyim bana hep kırılmış olarak kaldı. Ya da ben öyle sandım, öyle hissettim.
Birkaç kez, “Yahu ağabey, biz peygamberimiz öldüğünde onun torunlarını katleden bir ümmetin ve tahtını korumak için öz kardeşlerini veya çocuklarını öldüren padişahların torunlarıyız. O nedenle bir hatam varsa ona say” demek istedim ama demedim, diyemedim.
Mezarına toprak atarken içimden, mezarını sulamaya gittiğimde sesli olarak ve gözyaşlarım eşliğinde içimden geçenleri, söylemekte geç kaldığımı bilerek dile getirdim ama ağabeyimin düşüncelerini bir türlü öğrenemedim, öğrenemeyeceğim de.
Ağabeyime karşı son görevimi yaparken ve o günden sonra çok şey düşündüm.
Onu, kendi isteği doğrultusunda, kendisiyle her zaman gurur duyan babamızın neredeyse kucağına gelecek kadar yakın defnetmenin huzurunu yaşarken aklım erdiğinde beni sırtında taşıyan ve her yönüyle, başta kardeşleri, eşi, çocukları, torunları olmak üzere hem tüm sevdiklerine, hem de tüm sevenlerine örnek olacak kadar mükemmel bir insanın yüreğini incitmenin huzursuzluğunu yaşadım, yaşıyorum, yaşayacağım da.
Benzer acıları sizlerin de yaşamamanız dileğiyle; sevdiklerinizi ve sevenlerinizi incitmemek için çok dikkatli olmanızı, sevdikleriniz ve sevenleriniz sizi incittiklerinde de “Hatasız kul olmaz” sözünü anımsayarak hoşgörülü olmaya çalışmanızı öneriyorum.
Aynı şeyleri, onlar gidince yapmaya çalışmak insana; “soğuk demire şekil vermeye çalışmak” kadar saçma ve “Bir kurt düştü içime/ Durmadan yer beni/ Ben bu dertten ölürsem/ Kabul etmez yer beni” dercesine acı geliyor çünkü.