27 Kasım 2024

ANNELER GÜNÜ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Çizen: İbrahim Ünal

Çizen: İbrahim Ünal

Ramazan Kara

(07 Mayıs 2011 tarihinde, Anneler Gününden 1 gün önce yazdığım ve annemi anlattığım yazım. Annem, 10. Ağustos 2014 günü aramızdan ayrılsa da, o günkü duygularımla anneler gününü kutlamak istedim)
Yarın, ANNELER GÜNÜ olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Bu nedenle yazıma, başta annem olmak üzere tüm annelerin ve anne adaylarının gününü kutlayarak başlıyorum.
Hiç anne olmadığı halde çocuklara ve çevresine, bir anne kadar sevecen tavırlar sergileyebilenleri de anneden sayarak onların da günlerini kutluyorum. Eli öpülesi tüm anaların önünde saygıyla eğiliyorum elbette. Benden büyük veya küçük olması fark etmez, eli öpülesi tüm annelerin ellerinden öpüyorum bugünden. Kimse onların gününü kutlamadan, ilk kutlayan ben olmak istiyorum çünkü.
İster insan, ister hayvan olsun, yeter ki, sevgiyi-saygıyı hak eden analardan olsun. İsterse tabiat ana olsun fark etmez. Ancak, tıpkı bir denizanası gibi çevreye ve çocuklara zarar vermekten çekinmeyen biyolojik anneleri anneden saymadığımı belirtmeden de geçemiyorum.
Bir yanda, annesi için ne yapacağını düşünen çocuklar, bir yanda çocuklarının sürprizlerine hazırlanan anneler, bir yanda anne olmaya hazırlanan anne adayları, yarını bekliyor.
Bunları düşününce; anne olmadığım halde ben bile heyecanlanıyorum ama anneler gününde çocuğunun yokluğunu, bir kez daha yaşayacak olan, yıllarca evlat acısıyla yüreği kanayan anneleri düşününce içim acıyor. Benim annem de öyle bir anne çünkü.
Bir çocuğa en yakın olan birey olduğu için bir çocuğun acısını en çok anası duyar. Çocuğunu yitirmiş bir ana, çevresindekiler üzülmesin diye yüzüyle bayram yapar görünürken, gözlerinde düğümlenen yaşlarını yüreğine akıtacak kadar özverilidir. Üstelik yüreğine akan gözyaşlarının kendisine verdiği zararı bile bile.
Ben anne değilim. Anne olabilmem de mümkün değil. İki çocuk babasıyım. Çocuklarımın büyümesi için bir anne kadar emek vermeye çalışan biriyim. Öyle ki kızım küçükken, “babaaaa!” diye ağlayacak kadar bana düşkündü. Oğlumun küçük yaşlarda yaşadığı sağlık sorunlarında, bir anne gibi olmayı, belki daha fazlasını başardım sayılır. Ama ben bir babayım sonuçta. Nasıl ki ikisi de tatlı olduğu halde, reçel bal yerine geçemiyorsa, nasıl ki ikisi de buğdaydan yapılıp pişirildiği halde bulgur ekmeğin yerini tutmuyorsa baba da annenin yerini tutmuyor, tutamıyor.
Baba olan arkadaşlarımız alınmasınlar ama bir çocuğu yaparken babalar, anaların ortalama 280 gün neler yaşadığını düşünmek zorundalar. Ne kadar bedel ödersek ödeyelim hiç bir nakliyat şirketinin bir yükü, büyük bir hazla 280 gün taşıyacağını düşünemeyiz. Şöyle bir düşünelim; bir inat uğruna olsa da, bir tek patatesi bile 280 gün boyunca taşımak istemeyiz. Ama analar yavrusunu taşır. Aylarca içten içe tekmeler yediği halde, uykusu en derin yerinde en sevdiği varlık tarafından bölündüğü halde mutlu olan tek canlı annedir çünkü. İster insan olsun, ister hayvan fark etmez. Annelik içgüdüsü gereğidir bu. Kim bilir belki de analar; çocuklarından ilk tekmeyi, karnında taşırken yediği için olsa gerek onlara karşı her davranışın sonunda hoşgörülü davranır. Kızmaz, kızamaz. İncinse bile içine atar, hiçbir zaman içinin yandığını belli etmez.
Gencecik çocukları darağaçlarında can verse de, kurşunlara hedef olsa da, çocuklarının körpe vücutlarında sigaralar söndürülse de ana yüreği dayanıyor. Lime lime olsa da, bir yerinde bin sancı taşısa da belli etmeden dayanıyor. Sabır taşı olsa çatlıyor ama analar dayanıyor, daha doğrusu dayanamadığı halde dayanma gücünü gösteriyor. Benim buna aklım ermiyor işte. Bu nedenle; her yıl, en iyi kadın oyuncu ödülü dağıtım törenlerinde birileri ödül alınca içten içe başkaldırırım ve “Neden, DAYANIKLILIK DALINDA EN İYİ KADIN OYUNCU ÖDÜLÜ TÜM ANNELERE VERİLMİŞ SAYILMAZ?” diye düşünürüm.
Anneler Günü’nde, beni doğurup büyüten ve Türkiye Cumhuriyeti ile aynı yaştaki anneme değinmeden geçemiyorum… (Farklı ve örnek alınacak bir kadını tanımak istiyorsanız, yazımın annemle ilgili bölümünü mutlaka okumanızı öneriyorum.)
Çoğu anne gibi özverinin simgesidir O. Annesini bebekken, babasını 14 yaşında yitirdiği ve 16 yaşında gelin, 17 yaşında anne olmasına karşın her zaman, her koşulda, her yerde, her kesime ve herkese karşı yaşından olgun, düşüncelerini olgunlaştırmadan dillendirmediği için olsa gerek haklı düşüncelerinden asla ödün vermeyen, onurlu duruşun simgesidir O. Nasıl mı?
Annemin en büyük çocuğu olan büyük ablamın çocukluğunda göçebe yaşamı sürdüren ailem onu okula gönderememiş. Okuma yazma bilmedikleri halde ileri görüşlülükleriyle her zaman gurur duyduğum annem ve babam koyunları satıp yerleşik yaşama geçmek için köyümüze gelmiş. (Babam hakkında, Babalar Günü geldiğinde yazacağım için bugün yalnızca annemden söz edeceğim)
Büyük ağabeyimin ilkokula başlaması ve akrabalarımızdan öğretmen olan ilk bireylerden biri olması bu kararla başlamış. Ardından O’nun küçüğü olan ablama sıra gelmiş.
O dönemlerde kızlar ilkokula bile gönderilmek istenmezmiş ama ablam gönderilmiş. Ablam ilkokulu bitirdiğinde, ilkokula giden küçük bir çocuktum. Ailem ablamı ortaokula yollamak istiyordu. Köyümüzde ortaokul yok. En yakın ortaokul ilçemizde ve evimize 7-8 kilometrelik bir uzaklıkta. Servis olmadığı gibi düzenli işleyen bir minibüs bile yok. Yürüyerek gitmek zorunda. Üstelik köyden ilçeye gidip gelerek okuyacak ilk kız çocuğu. Annem ve babam, ablamın öğretmeninin de yönlendirmesiyle öyle karar vermiş. Ablam da çok istiyor okumayı.
Köyde kıyamet kopuyor. Kız çocuğu okur muymuş? Kız çocuğu büyüyünce başını açar mıymış? Kız çocuğu etek-pantolon giyer miymiş? Annemin babası ve ağabeyi hafızmış. 5 vakit namazını kılan hafızın kızı bunu yapar mıymış? Anneme ve babama göre hepsi olurmuş. Kararları ve tavırları çok net. CEHALETE VE ONUN BASKLARINA BAŞKALDIRMAYLA, EN KÜÇÜK TOPLUM BİRİMİ OLAN AİLEMİZDE BÖYLE TANIŞTIK BİZ.
Hepinizin tahmin edebileceğiniz gibi ablam okuluna gitti. Aşiretimizde ilkokuldan sonra okuyan ilk kız olmasının yanında köyümüzden çıkan ikinci öğretmen kız olmayı da başararak. Ağabeyimden sonra ablam da öğretmen oldu yani. Ancak ağabeyim öğretmen olduğunda çok mutlu olan babam, yaşamını yitirdiği için ablamın öğretmen olduğu günü göremedi. İlkokula gönderemediği kızı dışındaki tüm çocuklarının üniversite bitirip öğretmen oluşlarını da.
Babamızın istediği evlatlar olarak yetişsek de biz, bunun acısını hep içimizde yaşadık. Hala da yaşıyoruz.
Babam ölünce annem için acılı günler başladı. Başta annem ve aile bireyleri olmak üzere hiç kimseyi üzmeyen bir babamız vardı bizim. O’nun hakkında, hiç kimseden olumsuz bir şey duyamazsınız çünkü.
Kardeşim 7, ben 11 yaşındaydık. Ablam lisede, bir ağabeyim öğretmen okulunda, öğretmen olan ağabeyim de sınıf öğretmenliğinden sonra Türkçe öğretmeni olmak için Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. Hepimiz öğrenciydik yani.
İşi-gücü, sosyal güvencesi olmayan, kocası ölmüş ama çocuklarını okutmak için her şeyi göze alabilecek kadar gözü kara, 46 yaşında genç bir kadın. O BENİM ANNEM İŞTE.
İlk olarak, dedemden kalan köydeki tarlalarımızı satıp parasını bankaya yatırdı. Bir yandan biz, yazları çalışıp aile bütçesine katkı yapmaya çalışıyoruz, bir yandan annem bankadaki paramızla destek yapıyor. Bir yandan da o özveri yüklü kadın, gece yarılarında bile üretime ara vermeyen bir atölye gibi savan dokuyor. Anlayacağınız; o günün koşullarında okuyup başarılı olmak isteyen biz, annemin komutasında zorluklara, yoksulluğa ve cehalete karşı kurtuluş savaşı verdik sanki.
Küçük kardeşimiz dışında hepimiz öğretmen olmuştuk. O da İstanbul’da konservatuarda okuyordu. Öğretmeni Arif SAĞ’ın kendi alçak gönüllü sözüyle “ARİF SAĞI AŞMIŞ BİR ÖĞRENCİ” olmuştu. (Okuluna ziyaretine gidip Arif Hoca’sına durumunu sorduğumda aldığım yanıt “Afif Sağ’ı aşmış bir öğrenci desem anlarsın” olmuştu çünkü. Arif Sağ’ı aşmadığını bilsem de bu yanıt benim için hala anlamlı, hala aldığım en büyük ödül, duyduğum en güzel sözlersen biri)
31 Ağustos 1978’de, kardeşimi kaybettik. Acılar karşısında hep dimdik gördüğümüz, dimdik görmeye alıştığımız annemiz hala dimdik ayaktaydı. Yakınlarımızın yanında ve her gece sabahlara kadar ağlamasına tanık olduğum annemin, çok yakın bulmadıklarını görünce göz pınarları kuruyuveriyordu. Nedeni çok kolaydı. Çünkü 17 yaşında katledildiği için toprağa vermek zorunda kaldığı Halk Ozanı olan oğlu bir türküsünde, “GÖZYAŞIN GELİNCE İÇİNE AKIT/AMA NAMUSUZA BİLDİRME ANNEM!” demişti. Onca acıya dayanan annem için o dizeler, kardeşimizin vasiyeti sayılmıştı sanırım.
Türkiye Cumhuriyet ile yaşıt olduğunu az önce de belirttiğim benim annem; Cumhuriyet düşmanlarına inat hala Atatürkçü, hala çağdaş, hala kadın haklarına saygılı, hala ileri görüşlü, her zaman yanında olamasak da hala aklımızda, yüreği hala sevgi dolu, hala –oğlumun (genç yaşta yitirdiği oğlunun adını da verdiğimiz torununun) deyimiyle- KOCA BİR ÇINAR O.
Yaşadığım sürece, ANNEM; HER YILIN ANNESİ OLMAYI HAK EDEN, CUMHURİYETLE YAŞIT, ULU BİR CUMHURİYET ÇINARI BENİM İÇİN.
Başta annem, annem saydığım öğretmenlerim, anne olarak tüm tanıdıklarım, tanıdıklarımın anneleri olmak üzere çocuklarına ve topluma yararlı olmak isteyen bütün annelerle, anne adaylarıyla, anne olamadığı halde anne olmayı hak edenlerle, kendini anne gibi kutsal hissedebilenlerle; kadın haklarına saygılı bir ortamda, acılardan ve baskılardan arındırılmış, sağlık dolu, mutluluk dolu nice Anneler Günlerinde buluşmak dileğiyle, yaşayıp yaşamadığına ve yaşına başına bakmadan bütün annelerin ellerinden öpüyorum.