27 Kasım 2024
Ramazan Kara

10 Ağustos 2014 günü annemi de kaybettik.
Annemi kaybedinceye kadar, birisi öldüğünde; toplumumuzun büyük bir kesimi gibi “Kaç yaşındaydı?” diye soran ben, artık sormamaya kara verdim. Ölenin yaşının değil, arkasında bıraktığı acının büyüklüğünün göz önünde bulundurulması gerektiğini, yaparak-yaşayarak anladım çünkü.
Daha önceki yazılarımda, annemle ilgili şeyleri kolayca yazdığım halde toprağa verilen annenin arkasından bir şeyler yazmanın ne kadar zor olduğunu da “Beni; 280 gün karnında taşıdıktan sonra doğuran ve büyüten, büyütürken üstüm açıldığında üstümü örten insanın üzerini toprakla örtmenin acısını” da yaparak-yaşayarak öğrendim.
Bu yüzden; ölen bir yakınımız defnedilirken üzerine attığımız toprağın sevap hanemize puan kazandırdığını bildiğim halde günah işlemiş gibi suçlu hissettim kendimi.
Benim annem, çoğu anne gibi özverinin simgesi olan bir anneydi. Geçmişte yaşadıklarını çok iyi analiz ettiği için çok ileri görüşlüydü de.
Annesini bebekken, babasını 14 yaşında yitirdiği ve 16 yaşında gelin, 17 yaşında anne olmasına karşın her zaman, her koşulda, her yerde, her kesime ve herkese karşı yaşından olgun tavırlarıyla, düşüncelerini olgunlaştırmadan dillendirmediği için olsa gerek haklı düşüncelerinden asla ödün vermeyen, onurlu duruşun simgesiydi O.
Nasıl mı?
Annemin en büyük çocuğu olan büyük ablamın çocukluğunda göçebe yaşamı sürdüren ailem onu okula gönderememiş. Okuma yazma bilmedikleri halde ileri görüşlülükleriyle her zaman gurur duyduğum annem ve babam koyunları satıp yerleşik yaşama geçmek için köyümüze gelmişler.
Büyük ağabeyimin ilkokula başlaması ve akrabalarımızdan öğretmen olan ilk bireylerden biri olması bu kararla başlamış.
Ardından O’nun küçüğü olan ablama sıra gelmiş.
O dönemlerde kızlar ilkokula bile gönderilmek istenmezmiş ama ablam gönderilmiş. Ablam ilkokulu bitirdiğinde, ilkokula giden küçük bir çocuktum. Ailem, özellikle annemin verdiği kesin kararla ablamı ortaokula yollamak istiyordu. Köyümüzde ortaokul yoktu. En yakın ortaokul ilçemizde ve evimize 7-8 kilometrelik bir uzaklıktaydı. Servis olmadığı gibi düzenli işleyen bir minibüs bile yoktu. Okula, yürüyerek gitmek zorundaydı yani. Üstelik köyden ilçeye gidip gelerek okuyacak ilk kız çocuğuydu.
Annem ve babam, ablamın öğretmenin de yönlendirmesiyle öyle karar vermişti. Ablam da çok istiyordu okumayı.
Köyde kıyamet kopuyordu. “Kız çocuğu okur muymuş? Kız çocuğu, büyüyünce başını açar mıymış? Kız çocuğu, etek-pantolon giyer miymiş?” Annemin babası hafızmış. “5 vakit namazını kılan hafızın kızı, bunu yapar mıymış?”
Anne-babama göre, kararları ve tavırları net olduğu için hepsi olurmuş.
Cehalete ve onun baskılarına baş kaldırmayla, en küçük toplum birimi olan ailemizde böyle tanıştık biz.
Hepinizin tahmin edebileceğiniz gibi ablam, okuluna gitti. Hem de köyümüzde ilkokuldan sonra okuyan ilk kız olmasının yanında, köyümüzden çıkan ilk öğretmen kız olmayı da başararak. Ağabeyimden sonra, ablam da öğretmen olacaktı yani.
Büyük ağabeyim öğretmen, diğerlerimiz öğrenciyken babam ölünce annem için acılı günler başladı.
1969 Şubat’ında babam öldüğünde, kardeşim 7, ben 11 yaşındaydık. Ablam lisede, bir ağabeyim öğretmen okulunda, öğretmen olan ağabeyim de sınıf öğretmenliğinden sonra Türkçe öğretmeni olmak için Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. Hepimiz öğrenciydik.
İşi-gücü, sosyal güvencesi ve sabit bir geliri olmayan, kocası ölmüş ama çocuklarını okutmak için her şeyi göze alabilecek kadar gözü kara, 46 yaşında genç bir kadın. O,bizim annemizdi işte.
İlk olarak, dedemden kalan köydeki tarlalarımızı satıp parasını, “garanti para” olarak bankaya yatırdı. Bir yandan biz, yazları çalışıp aile bütçesine katkı yapmaya çalışıyoruz, bir yandan annem bankadaki paramızla destek oluyor. Diğer yandan da o özveri yüklü kadın, gece yarılarında b…