Öğretmenler Gününe Doğru
Her öğretmen, öğrencisini kendi çocuğu gibi görür. Görmek zorundadır da. Bu yüzden, bir çocuk gelin gördüğünde veya böyle bir haber aldığında, her öğretmenin yüreği parçalanır, adeta ciğerinden bir parça kopar. Aynı duyguları, tecavüz olayları yaşandığında da hisseder. Hele bu suçlardan birinin failleri arasında bir öğretmen varsa, öğretmenler hiç suçları olmadığı halde büyük bir utanç duyarlar.
Birkaç gün önce, sıklıkla “11-17 yaş arasındaki çocukların aile baskısıyla evlendirildiği” dile getirildi. Hatta bu çocukların “kendi rızalarıyla evlendikleri” bile ifade edildi. Böylece evcilik oynaması gerekenlerin evlendirildiğini, oyuncak bebeği olması gerekenlerin gerçek bebek sahibi olduğunu öğrendik.
Bu konudaki düşüncelerimi daha önceki yazılarımda paylaştığım için, yazımın kalan bölümünde Öğretmenler Günü’ne değinmek istiyorum. Hepimizin bildiği gibi, 24 Kasım, Mustafa Kemal Atatürk’ün başöğretmenliği kabul ettiği gün. Bu tarih, 12 Eylül darbesinden birkaç yıl sonra “Öğretmenler Günü” olarak kutlanmaya başlandı.
Aradan geçen onca yıla rağmen öğretmenlerin ekonomik durumu hâlâ iç açıcı değil. Sendikal haklara sahip olmalarına rağmen demokratik hakları yetersiz kaldı. Ayrıca, az önce dikkat çektiğim gibi, bu Öğretmenler Günü’ne, “tecavüzcülerin tecavüz ettikleriyle evlenmeleri halinde cezalarının ertelenmesi veya affedilmesi” tartışmalarının hemen ardından girdik.
“Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, eğitime, öğretmene ve kadına verdiği değerle ölçülür” derler. Ancak eğitim sistemimiz birey olma bilinci kazandırmaktan çok bilgi yüklemeye yönelik. Öğretmenlerimizin sayısı, eğitim araç ve gereçleri yetersiz. Genç meslektaşlarımız, mesleğe başladıklarında çoğu zaman teorik bilgilerle donatılmış ancak pratikten yoksun oluyor.
Diğer yandan, koca dayağından kaçıp baba evine dönen ve burada töreler gereği öldürülen kadınlarımız var. Sokak ortasında “kendisinden ayrıldığı”, “başka biriyle evlendiği” ya da “baba evine sığındığı” için kocaları tarafından öldürülen kadınlarımız var. En yakınları tarafından tecavüze uğrayan kadınlar ve çocuklar var. Hatta babası, ağabeyi ya da amcası tarafından tecavüze uğrayan kız çocukları… Buna birkaç aylık bebeklerin maruz kaldığı vahşeti de ekleyince, eğitime ve kadına verdiğimiz değerin ne seviyede olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
Tüm bunlara rağmen, “Eğitime, öğretmene ve kadına verilen değerle ülkemizin gelişmişlik düzeyi ölçülür” denilince, kendi kendime “Her şeye rağmen, maşallah iyi gelişmişiz” demekten kendimi alamıyorum.
Öğretmen arkadaşlarımın, “Bu tablo moralimizi bozdu, Öğretmenler Günü sevincimizi elimizden aldı” dediğini duyar gibiyim. Haklılar. Geçenlerde Facebook’ta şu sözleri görmüştüm: “Öğretmenlerin öğrencileri dövdüğü dönemde öğrenciydim, öğrencilerin öğretmenleri dövdüğü dönemde öğretmen oldum.” Geçen yıl, Öğretmenler Günü kutlamaları, 23 Kasım’da Kızılay Meydanı’nda toplanan öğretmenlerin polis copuyla başlamıştı. O günü hatırladığımda aklıma şu söz geldi: “Öğretmen çocukları dövmesin.” Ama hemen ardından düşündüm: “Öğretmen de bir zamanlar çocuktu. Önce ailesinden, sonra mahallesinden dayak yedi. Okulda öğretmeninden dayak yedi. Üniversitede arkadaşlarıyla kavga etti, dayak attı ya da yedi. Öğretmen oldu, öğrencisinden, velisinden, polis copundan dayak yedi. Bu kadar dayak yiyen birinin öğrencisini dövmemesi mümkün mü?”
Yanlış anlaşılmasın, öğrenciyi dövmeyi savunan biri değilim. Sadece durumun ironik bir yansımasını dile getirmek istedim.
Böylesine karmaşık duygularla girdiğim Öğretmenler Günü’nde, başta başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm öğretmenlerin gününü en içten dileklerimle kutluyorum.