27 Kasım 2024

YILLARDIR İÇİMİ YAKAN KARDEŞ ACISI

 

Ramazan Kara

31 Ağustos 1978 Perşembe günü en büyük acıyı yaşadığım gündür benim.

Aramızda 4 yaş olmasına karşın yaşamının son günlerinde kardeşimden çok çocuğum gibi sahiplenmeye başladığım gerçekte 17 ama okuldaki konumu nedeniyle yaşını büyüttüğümüz için resmi kayıtlarda 20 yaşında olan kardeşimin acısını yaşadım çünkü.

11 yaşımda babamın ölümüyle başladı ölüm acısını hissetmem. O günden sonra her yaşımda, her yaştan o kadar çok ölüm acısı yaşadım ama hiç biri kardeşimin acısı kadar yakmadı yüreğimi.

Elbette hepimiz er veya geç, yaşlı veya genç bu dünyadan bir şekilde gideceğiz. Ama genç ölümü bir başka yakıyor yürekleri. Yunus Emre’nin dediği gibi “Göğ ekini biçmek gibi” bir garip şey işte.

Giden gidiyor, kalana dayanmak düşüyor. Kalan elbette dayanıyor. İnsanoğlu toprak misali dayanıyor. Her ölüm içimizde bir yara açsa da bir diğer parçamızı alıp götürse de kalan dayanıyor işte. Kim bilir belki de dayanmaya çalışıyordur. Dayanmak zorunluluğu duyuyordur. Gözyaşlarını içine akıtarak dayanmış görünüyordur. Ben öyleyim işte.

Yara kabuk bağlasa da zamanla azalmış hatta geçmiş izlenimi verse de izi hep kalıyor.

Kardeşimin geride bıraktığı kendine güven dolu onurlu bir yaşamıyla gururlanırken bile bir anda gözlerim doluverir.

Anılar canlanır hafızamda, gözlerimde, kulaklarımda ve düşüncelerimde.

İstanbul Devlet Konservatuarı’na girebilmek için katıldığı sınavda “bir müzik aleti çalıp çalamayacağı” sorulunca daha 14 yaşında olmasına karşın verdiği

“Bağlama çalıyorum ama Arif Sağ, Yavuz Top, Nida Tüfekçi gibi bağlama ustaların yanında çalmam ustalara saygısızlık olur bu nedenle sınavı kazanamayacağımı bilsem bile çalmam” diyebilecek kadar öz güveni olan biriydi kardeşim.

Sınavı kazanmakla kalmadı çok kısa bir sürede Arif Sağ’ın en beğendiği öğrencisi oldu. Bir gün okuluna gittim ve Arif Sağ’a durumunu sordum. Arif Sağ ayağa kalktı. Cebinden bir mızrap çıkarıp

“Bak kardeşim, benim artık İsmail’e verecek bir şeyim kalmadı. Benim ondan fazlalığım adım ve bu mızrabım. Onlar da bana kalsın. Bu çocuğun yaşını büyütebilirseniz büyütün, liseyi dışarıdan bitirebilirse bitirsin ve yüksekokul konumunda olan bölümümüze sınava girsin.”dediğinde bize de bu öneriye uymak düşmüştü.

Bir yandan liseyi dışarıdan bitirmek için çalışırken bir yandan da masraflarını karşılayabilmek için konserler veriyordu. Her yöreyi ve her sanatçının söylediği türküleri kusursuz yorumluyordu çünkü. Özellikle de çok sevdiği ağabeyi kadar yakın bulduğu Sadık Gürbüz’ü ve o günlerin en ünlü sanatçısı Zülfü Livaneli’yi.

Bir gün arkadaşlarıyla İstanbul’a konsere gelen Zülfü Livaneli’yle tanışmaya gitti. Orda arkadaşları Zülfü Livaneli’ye “İsmail bize sık sık sizin türkülerinizi çalar” deyince Zülfü Livaneli bağlamasını kardeşime uzatmış ve birkaç parça çalmasını istemiş. Kardeşim çalınca da sarılıp öptükten sonra kutlamış ve

“İsmail sen mi beni taklit ediyorsun? Yoksa bundan sonra ben mi seni taklit edeceğim? Buna karar veremedim” diyerek övgü dolu sözler söylemiş.

Kardeşim eve geldiğinde olanları büyük bir sevinç ve mutlulukla anlattıktan sonra “Elbette ben sizi taklit ediyorum. Bunu bildiği halde Zülfü Livaneli gibi bir sanatçı beni böylesine övgü dolu sözlerle onurlandırdığına göre ileride büyük bir sanatçı olabilirsem sizin bu tavrınızı da taklit edeceğim.” yanıtını verdiğini de gözlerinin içi parlayarak anlattı.

Kardeşim liseyi dışarıdan bitirdiği yıl ben de öğretmen olarak atandım. Görevime başlamak için giderken “Artık ben öğretmen oldum. Geçimini sağlamak için konserlere gitmene gerek kalmayacak. Sen şiirlerini yazar, bestelerini yaparsın. Kendini daha da geliştirerek okulunu bir an önce bitirirsin. Bundan böyle giderlerini ben karşılayacağım.” diyerek ayrıldım.

17 Temmuz 1978’de göreve başladığım için ilk maaşımı Ağustos ayında aldım. 31 Ağustos 1978’de kardeşim eli kanlı katiller tarafından öldürüldü. İlk maaşım da kardeşimin cenaze gideri oldu.

İşte bu acıyı hala kaldıramıyorum. Kardeşimin cenazesini almak için gittiğim Kayseri’de gördüğüm 8 saatlik işkenceyi de.

Kardeşim öldürülmeseydi birkaç gün sonra konservatuarın Üniversite statüsündeki bölümünün sınavlarına girecekti. Liseyi bir yılda dışarıdan bitirmişti çünkü.

Giremediği sınavdan önce sevgili okul arkadaşları bir bildiri dağıtarak kardeşimi andılar. Bildirinin bir bölümünde “Unutmadık/Unutamadık İsmail’i/Kızıl bir tomurcuk gibi kanıyor/Yokluğu yüreğimizde/Sesi türkülerimizde/Bağlamalarımızda eli/Unutamayız İsmail’i” yazıyordu.

Ben de kardeşimin okul arkadaşlarını unutamadım, unutmayacağım da… Kız-erkek demeden kardeşimin yerine koydum her birini. Seslerini kardeşim gibi duyarken her birine sarılınca kardeşimin kokusunu alıyorum sanki.

Ne onlar bizi unutmaya niyetli ne de biz onları… Bir de İsmail’i unutamadık…

Unutamayız İsmail’i… Kızıl bir tomurcuk gibi kanıyor/Yokluğu yüreğimizde/Türküleri dilimizde/Bağlaması elimizde/Ezgileri telimizde/Sesi türkülerimizde/Bağlamalarımızda eli/Unutamadık/Unutamayız İsmail’i…